26 Kasım 2014 Çarşamba

KARIŞIK FİLM ELEŞTİRİLERİ

JAGTEN      2013


Jagten ( The Hunt ) , 2012'de vizyona girmiş bir Danimarka filmidir. Filmin yönetmeni ise 1995'te Lars Von Trier ile birlikte DOGMA 95 adlı sinema akımının kuran Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg'dir. Filmin başrol oyuncusu ise popüler kültür seyircisinin 2006 yılında vizyona giren 21. James Bond filmi Casino Royale'in kötü adamı Le Chriffe karakteriyle hatırlayacağı Danimarkalı ünlü sinema oyuncusu Mads Mikkelsen'dir. Mikkelsen, bu filmden önce de birçok Avrupa filminde rol almış, özellikle karakter oyunculuğundaki başarılarıyla adından söz ettirmiş bir oyuncudur. Ama tabiki dünya çapında tanınması Casino Royale ile olmuştur. Günümüzde ise başarılı Amerikan dizisi Hannibal'da Hannibal Lecter'i başarıyla canlandırmaktadır. Diğer başrol oyuncusu Thomas Bo Larsen'da geçmişte Vinterberg ile çalışmış bir oyuncudur. Ayrıca film Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'ye aday gösterilmiştir. Mads Mikkelsen En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nün sahibi olmuş, Oscara da ise En İyi Yabancı Film dalında aday gösterilen film, ödülü kazanamamıştır. 

FİLMİN KONUSU : 
40 yaşında olan Lucas, zor bir boşanma dönemi geçirmiş, ergenlik dönemindeki oğlu ve yeni sevgilisiyle sessiz bir hayat geçirmeye çalışan bir adamdır. Aynı zamanda bir kreşte de çalışmaktadır. Ancak bir gün kreşte kendisini çok seven küçük kız Klara'nın kendisi hakkında söylediği bir yalan Lucas'ın tüm hayatını kabusa çevirecek ve kendisini temize çıkarmak için büyük bir savaşa girişmesine sebep olacaktır. Yalan ise Lucas'ın  Klara'yı taciz ettiğidir. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Oyunculuklar kesinlikle çok başarılı ama özellikle Mads Mikkelsen ve küçük Klara'ya hayat veren Annika Wedderkopp. Yönetmen Thomas Vinterberg ise bu film ile kariyerinde zirveye oturduğunu belgeliyor. Konunun küçük bir kasabada geçmesi, seyircinin filmi rahat takip etmesini ve filmden kopmamasını sağlıyor. Ve tabiki filmin seyirciyi bu kadar kendine bağlayan yönü de sürekli Lucas'a karşı duyurduğu ŞÜPHE hissi. Vinterberg, öyle iyi bir yönetim uyguluyor ki seyircinin her iki tarafla da empati kurmasını sağlıyor aslında. Filmin şüphe tarafını en iyi şöyle açıklayabileceğimi düşünüyorum. Jagten'in finalinde seyircinin aklını kucalayan şüphe hissi ile 2008 yılında John Patrick Shanley'in yönettiği, başrollerinde merhum aktör Philip Seymour Hoffman, efsanevi aktris Merly Streep ve Amy Adams'ın oynadığı Doubt ( Şüphe ) adlı filmle olan şüphe hissi tamamiyle aynıdır. İki filmde de baş karakterler ne kadar iyi olurlarsa olsunlar seyircide hep bir " acaba yapmış mıdır " süphesi uyandırmışlardır. Film ayrıca kasabada geçmesi nedeniyle "mahalle baskısı" ve "toplumsal linç" gibi günümüzün vazgeçilemeyen faşist kavramlarını da başarıyla irdelemiş ve eleştirmiştir. 



JAGTEN

Finalindeki şüphe hissiyle Jagten ile benzerlik bulunan The DOUBT. 



























REQUIEM FOR A DREAM     2000




2000 yılında Darren Aronofsky tarafından çekilmiştir. Film, Hulbert Selby'nin romanından uyarlanmıştır. Tamamen hepsi bağımlı karakterlerden oluşan film, dünya sinemasının en etkili dramlarından biri olarak gösterilmektedir. Yönetmen Aronofsky'nin kendi kamera tarzını yansıttığı film, hiç Oscar kazanamasa da kendisine çok geniş bir hayran kitlesi edinmiştir. Başta uyuşturucu ve televizyon bağımlılığı olmak üzere insanların bağımlılıklarının ve en ufak takıntılarının onları ne hale getirdiğini çarpıcı bir dille anlatan Requiem For A Dream, kısa zamanda kült statüsüne yükselmiştir.
Darren Aronofsky Requiem For A Dream'i nasıl yapmak istediğini şu sözle dile getirmiştir :
" Amacım bir hız treni yapmaktı ama bildiğiniz hız trenlerinden değil, yolun sonunda son sürat bir duvara çarpan hız treni ". 

FİLMİN KONUSU : 
Eroin bağımlısı olan Harry, kendisini kırmızı elbise içinde yarışma programında olarak hayal eden televizyon bağımlısı olan annesi Sara Goldfarb, Harry'nin bağımlı sevgilisi Marion ve satıcı arkadaşı Tyrone'un hayatlarına tanık ediyor film bizi. Sara'nın eşini kaybettikten sonra ve Harry'nin de kendisinden uzak yaşadığı hayat yüzünden çektiği yalnızlık filmin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ardından Harry, Marion ve Tyrone yaz boyunca sattıkları ve aldıkları mal sayesinde voliyi vuruyor ancak sonbahara gelindiğinde ellerinde hiçbir şey kalmıyor. Sara, hep hayalini kurduğu yarışma programında giymek istediği kırmızı elbisesine sığmayınca çareyi doktorun verdiği hapları ve diyet programını uygulamakta buluyor. Ancak doktorun Sara'ya verdiği haplar da uyarıcı çıkınca hayat Sara için tam bir cehenneme dönüyor. 
       Film özellikle dakikalık vurucu final sahnesiyle hatırlanıyor. Finalde Sara, rehabilitasyon merkezinde şok tedavisi görmekte, Harry, eroin iğnesi yüzünden sağ kolunu kaybetmiş, Tyrone, hapiste bağımlı halde çalıştırılmış ve son olarak Marion ise uyuşturucu parası bulabilmek için seks partilerine gitmeye başlayan biri olmuştur. 



FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Aronofsky, filmi çekerken kamerayı o kadar hareketli kullanmıştır ki bu teknik filmin konusuyla da uyum içinde olunca ortaya bir başyapıt çıkmıştır. 2000 senesinde çekilen film, o dönemde bilgisayar ve televizyonun artık iyice insanların beynini etkisi altına alışını ve özellikle 'ten sonra hayatımıza girecek olan internet bağımlılığının da birnevi habercisi olmuştur. Film ayrıca sağlam bir sistem eleştirisi ve bağımlılıkla geçninen bir neslin haberini de vermektedir. Sara Goldfarb'ın çektiği yalnızlık, oğluyla yaşadığı ayrı hayatlar, günümüz kadınlarının zayıflama ve televizyona çıkma takıntısı gibi birçok konu filmde büyük bir başarıyla irdelenmiştir. Filmin en dikkat çeken 
yanlarından biri de yönetmen Darren Aronofsky'in başarıyla kullandığı split screen ( bölünmüş ekran ) tekniğidir. Filmde bağımlılık sadece uyuşturucuyla sınırlı bırakılmamış, televizyon, yemek, seks bağımlılığı da işlenmiştir. Günümüzde hızla gelişen insanlar arası yabancılaşma ve kimlik arayışı gibi durumlar Sara Goldfarb karakterinin en belirgin özellikleridir. Sara aslında hem televizyon bağımlısı hemde yalnızlığıyla günümüz kadınlarının habercisi olmuştur. Harry, Marion ve Tyrone'da yeni neslin uyuşturucu ve seks gibi şeylere ilgi göstereceğinin haberini veren karakterler olarak izleyicilerin gözünde yer etmiştir. Tüm bunlarla birlikte Requiem For A Dream ( Bir Rüya İçin Ağıt ), sinema tarihinin en etkili ve sert filmlerinden biri olarak hatırlanmaktadır. 





PULP FICTION      1994


Pulp Fiction ( Ucuz Roman ) , 1994 yılında 92'de Reservoir Dogs ( Rezervuar Köpekleri ) adlı filmiyle kariyerine müthiş bir başlangıç yapan genç yönetmen Quentin Tarantino tarafından çekilmiştir. Oldukça ilginç ve kusursuz sayılabilecek kurgusu, yıldız oyuncu kadrosu ve klas tarzıyla Pulp Fiction, çok başarılı olmuş ve Cannes Film Festivali'nde büyük ödül Altın Palmiye'yi kazanmış Oscar'da da En İyi Özgün Senaryo ödülünü kucaklamıştır. Filmin çekildiği dönemde yıldızı sönmeye başlayan John Travolta adeta küllerinden doğmuş ve Uma Thurman'la olan muhteşem dans sahnesi zamanla sinemanın en kült sahnelerinden biri haline gelmiştir.


FİLMİN KONUSU : 
Patronları Marcellus Wallace tarafından bir eve gönderilen iki kiralık katil, Marcellus'un maçı kaybetmesi karşılığında rüşvet verdiği ancak kazık yediği boksör Butch, Marcellus'un güzel karısı Mia ve Wallace'ın adamı Vincent arasında geçen ve asla unutulmayacak bir akşam yemeği, iki acemi sevgililerin bir restoranı soyma girişimi, sorun çözücü Mr. Wolfe, Butch'un kol saatinin dehşet hikayesi ve iki tecavüzcü dükkan sahibi. Film, tüm bu karakterlerin ve olayların nasıl birbiriyle birleştiğini muhteşem bir şekilde anlatıyor. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Tarantino, filmi çekerken öyle ince ayrıntılara girmiş öyle yerlerden alıntılar yapmıştır ki film, seyirciyi kendine bağlamasını Tarantino'nun yönetmenliğine borçludur. Filmdeki karakterler, mekanlar, kimsenin olmasını beklemeyeceği olaylar, fonda çalan muhteşem şarkılar ve daha birçok olgu filmi kült yapmaya yetmiştir. Filmin, teknolojik aletlere olan eleştirisi de izleyicilerin gözünden kaçmamaktadır. Filmde hemen hemen hiç bilgisayar yoktur, telefon sahnesi çok azdır. Tarantino'nun kendine has ülsubu, birbirinden alakasız uzun diyaloglar, kimsenin beklemediği anlarda gelişen kanlı şiddet sahneleri vb gibi filmi seyircilerin gözünde özel bir yere oturtmuştur. Filmi, çoğu eleştirmen o dönemde sıkça eleştirsede Tarantino'nun Pulp Fiction'ı Amerikan Bağımsız Sineması'na çok şey kazandırmıştır. Filmdeki göndermeler aksiyon türündeki video oyunlarından Marcellus'un araba çarpmasının ardından yerden kalkmasındaki zombivari kalkmasına kadar seyirciyi şaşırtmış ve yüzlerinde tebessüme neden olmuştur. 



NIGHTCRAWLER        2014


Nightcrawler ( Gece Vurgunu ) , 2006 tarihli kült film The Fall ( Düşüş ),  The Bourne Legacy ( Bourne'un Mirası ) ve 2011 tarihli Real Steel'in senaristi Dan Gilroy'un ilk filmi olarak bu hafta vizyondaki yerini almış bir gizem - suç - gerilim filmi. Son yıllarda üst üste yaptığı başarılı film seçimleriyle adından sıkça söz ettiren, kült film Donnie Darko'yla sinemaya adım atan Jake Gyllenhaal, bu filmdeki ağzı laf yapan, hırslı ve psikopat televizyon muhabiri Louis ( Lou ) Bloom rolüyle müthiş bir iş çıkarmış. En son Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve'yle The Prisoners adlı bir başyapıt ortaya çıkarmış ardından Enemy'yi çekmiştir. İsabetli film seçimleriyle dikkat çeken Gyllenhaal, bu filmle de başarılı işlerine devam edeceğinin sinyalini vermiş görünüyor. 


FİLMİN KONUSU : 
Lou Bloom adlı kendine en uygun işi arayan meraklı bir adam bir gece arabasıyla yolda seyrederken bir trafik kazasına ve onu görüntülemeye çalışan bir televizyon muhabirine denk gelir ve yapmak istediği işi bulur : 
Televizyon Muhabirliği.
Kendine bir ortak edinen Lou, zamanla yaptığı başarılı çekimlerle bunları sattığı kanalın en iyi serbest muhabiri olur ancak tüm bunların bir bedeli vardır. İşlerin başarılı olmasını sağlayan şiddet öğeleri gittikçe arttıkça Lou'da gittikçe değişmeye ve en iyi olmak için sevdiği insanları tehlikeye atmaya başlayacaktır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Film, genellikle geceleri geçiyor, bu kesinlikle seyirciyi geriyor ve meraklandırıyor. Özellikle Bloom'un kamerasıyla yaptığı çekim sahnelerinde kamera yavaş kullanılmış ve seyirci bu sayede sürekli çekilen şeyi merak ediyor. Filmin karanlık ve puslu atmosferi 2013 tarihli yine Gyllenhaal'un başrolünde olduğu Prisoners'ı hatırlatıyor. Kovalamaca sahneleri gayet başarılı ve usta işi. Gelelim Jake Gyllenhaal'ın kusursuz oyunculuğuna. Karakterin bazen espritüel ve güler yüzlü ancak yeri gelince de hırslı, soğukkanlı ve sadist yönünü muhteşem yansıtıyor bize Gyllenhaal. Aslında Louis Bloom karakteri, en kanlı ve şiddet içeren sahneleri gayet soğukkanlı bir biçimde izleyen sinema fanatiklerine inceden bir gönderme niteliğinde yaratılmış bir karakter.


 Filmde çekimler yaparken Lou'da çok sakin ve çok soğukkanlı davranıyor. Çektiği suç mahallilerinde çok sayıda ceset olmasına rağmen. Efsanevi Fransız yönetmen François Truffaut'da sinemaseverler hakkında tartışılacak bir söz söylemiştir:
" Sinemaseverler hastalıklı insanlardır . " 
Filmin atmosferinde ise biraz Brian De Palma havasına rastlamak mümkün. Kamera kullanımı da oldukça başarılı. Öznel çekimler usta işi ve seyirci filmi izlerken kendini Lou'nun yerine koyup kamerayı kendi elindeymiş gibi hissedebiliyor. Yer yer ince esprilerde seyirciyi filmin kasvetli havasına sıkmadan bağlama yönünden başarılı olmuş. Kısacası Nightcrawler, yılın en iyi filmlerinden. 



GOODFELLAS    1990


Goodfellas, efsane yönetmen Martin Scorsese'nin 80'li yıllardaki vasat gidişini durdurup Raging Bull'dan beri yeniden altın çağını başlatan film olarak bilinmektedir. Yönetmenin kült statüsüne yükselen filmlerindendir. Yaşayan efsane Robert De Niro ile 6. çalışmasıdır. Goodfellas, Scorsese'nin 1973 tarihli ilk başyapıtı Mean Streets'le benzerlikler taşımaktadır. Mean Streets'te olduğu gibi bu filmde de Scorsese, Amerika'nın yeraltı dünyasını ve mafyada işlerin nasıl yürüdüğünü tam anlamıyla gözler önüne sermiştir ancak Mean Street'ten daha kapsamlı bir şekilde. Ayrıca Goodfellas her zaman The Godfather'la karşılaştırılmaktan kurtulamamıştır. Filmde Robert De Niro'nun yanısıra Ray Liotta ve Joe Pesci'de rol almaktadır. Yazar Nicholas Pileggi Wiseguy adlı kitabından uyarlanmıştır. 

FİLMİN KONUSU : 
Film gerçek olaylara dayanmaktadır. 1955'ten 1980' e kadar uzanan hikaye Henry Hill adlı gerçek bir gangsterin şiddet dolu kariyerini anlatmaktadır. Film, Henry, Jimmy Conway ve Tommy'nin bir adamı bagajda acımasızca öldürdüğü vurucu bir sekansla açılıyor. 
Ardından 1955'e Henry'nin çocukluğuna dönüyor. 17 yaşındaki Heny Hill daha şimdiden gelecekte ne olmak istediğini aşağıdaki sözüyle açıklar : 
" Hayatım boyunca hep gangster olmak istemişimdir. " 
 Film ünlü şarkıcı Tony Bennet'ın muhteşem Rags To Riches şarkısıyla açılır. 



Henry'nin ayak işlerinden kaçak sigara satmaya, araba kundaklamadan sayısız adam öldürmeye tanıklık edecek olan suç dolu kariyeri zamanının efsane gangsteri ve filmde Robert De Niro'nun canlandırdığı James Jimmy Conway ile tanışmasıyla başlar. Film ayrıca 1978'de gerçekleşen ve Amerika'da bomba etkisi yaratan Lufthansa Havayolu Soygunu'nu da seyirciye gösterir çünkü soygunun fikir babası bizzat Henry Hill'dir. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Martin Scorsese bu başyapıtında da Raging Bull ve Casino'da olduğu ortadan başlama tekniğini kullanmıştır. Üstte bahsettiğim gibi bagajdaki cinayet sekansı. Kullandığı hareketli kamera, dur durak bilmeyen hit şarkılar ve tabi ki muhteşem oyunculukları filmi böyle unutulmaz kılan yönlerdir. Scorsese'nin Bronx'ta büyümüş olması ona yönetmenliğinde çok faydası olacaktı ve bu filmde de orada büyümüş olmasının meyvelerini almıştır. Bronx'ta büyürken neredeyse her hafta tanık olduğu şiddet olayları, gördüğü gerçek gangsterler ona filmlerinin en önemli özelliklerini bahşetmiştir: 
Suç ve Şiddet. 
Goodfellas aslında Godfather'ın tersine mafyayı şiirsel değil çok daha realist ( gerçekçi ) şekilde anlatmaktadır. Scorsese'nin filmi çekerken gerçek olayların yanısıra dönemdeki mafya üyelerini de gerçek adlarıyla kullanması filmin gerçekliğini oldukça arttırmış ve seyircinin hikayeye olan merağını arttırmıştır. Filmde mafyaya üye olmanın aksine hiç zor olmadığı, işlerin nasıl yürüdüğü, infaz emirlerinin nasıl verildiği gibi konular Scorsese'nin usta işi kamerasıyla seyirciyi hiç sıkmadan perdeye yansıtılmıştır. Joe Pesci filmdeki muhteşem oyunculuğuyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülü kazanır. Film, bu ödül dahil 6 dalda aday gösterilir fakat diğer ödülleri kazanamaz. Ancak tüm seyirciler Ray Liotta'nın hayatının rolünü oynadığı konusunda hemfikirdir. En çok akılda kalan sahneler ise Joe Pesci'nin canlandırdığı Tommy karakterinin restoranda tüm masaya anlattığı fıkralar, Henry'yi kafalaması ve Jimmy'yle birlikte Gambino ailesinin üyesi olan patron Billy Batts'i öldüresiye dövdükleri sahnelerdir. Bu sahnedeki şiddet sahnesi gerçekten çok başarılı çekilmiştir ve oyuncularda kusursuz oynamışlardır. Filmin açılışındaki bagaj cinayeti sekansı bu sahnenin devamıdır. 



Ayrıca Scorsese'nin suç filmlerinde çok kullandığı kısa ve öz karakter tanıtımları bu filmde de başarıyla kullanılmıştır. Henry'nin çocukken ilk enselenişinin ardından serbest bırakıldığı sahnede mahkemenin dışında onu bekleyen üyelerin ona sarılması ve tek tek kendisiyle ilgilenmeleri karakterin sorunlu ailesinden kopup mafya üyelerini ailesi olarak görmesinde önemli noktalardan biridir.

 Ayrıca okula uğramayıp sürekli onlar için çalıştığını eve mektupta getiren postacıyı da mafya adamlarına dövdürtmesi alemde istenmeyen birşeyden nasıl kurtulunduğu konusunda  da Henry'ye kararını vermesi konusunda yardımcı olmuştur. Bu olaydan sonra okulun rutinliğini ve bırakışını şu sözle açıklar : 
" O olaydan sonra nasıl okula gidip de ant içip iyi hükümet zırvalarını yutabilirdim. "
 Normal insanların ve aslında ailesinin yaşadığı zorluklardan kurtulmak istemesine şu replikte yer verilmiştir : 
" Bize göre başka türlü yaşamak salaklıktı. Bize göre boktan işlerde çalışıp maaşa talim eden, metroya binip faturalar için endişelenen örnek vatandaşlar yaşamıyorlardı. Onlar salaktı, korkaklardı. Birşey istediğimizde gidip alırdık. " 
Bu replik aslında fakir insanların farklı ve önemsenme isteklerinin dışa vurumu olarak da yorumlanabilir. Çocuk Henry, gangsterlere neden özendiğini şöyle anlatmıştır : 
" Yangın musluklarının önüne park ediyorlardı ve hiç ceza yemiyorlardı. Bütün gece kağıt oynadıklarında kimse polis çağırmıyordu. "
Aslında tüm bu repliklerden anlaşıldığı gibi Henry'nin gangster olma isteği adam öldürmek veya federal suçlar işlemek değil tamamen rutin hayattan sıkılması ve sürekli zor durumda olmaktan kendisine yeni bir arayış olarak görmesidir. Böyle başlayan gangster kariyeri 1980'de mahkemede Jimmy'yi ve patronu Paul Cicero'u ispiyonlamasıyla sona erer ve tanık koruma programıyla hayatını sürdürür. 

Merak edenler için : 
Gerçek Henry Hill 12 Haziran 2012'de hayatını kaybetmiştir. Jimmy Burke ise 2004'te hapishanede ölmüştür. 


DALLAS BUYERS CLUB     2013


Film, Fransız asıllı Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallee'nin en ses getiren ve en başarılı filmidir. 2014'te En İyi Erkek Oyuncu ve Yardımcı Erkek Oyuncu dahil olmak üzere 3 dalda oscar ödülü kazanmıştır. Film için aşırı derecede kilo veren başrol oyuncusu Matthew Mcconaughey kariyerinin en iyi performansını sergilemiş ve belkide en zor adayları geride bırakarak ödülü kazanmıştır. Aynı yıl The Wolf Of Wall Street'deki muhteşem oyunculuğuyla Leonardo DicaPrio ve 12 Years Slave filmindeki kusursuz oyunculuğuyla Chiwetel Ejiofor'da ödülün favorileri arasındaydı. Jared Leto'da hem aşırı kilo vermiş hemde trans karakteri için adeta kadını andıran bir fiziksel değişime girmiş ve bu uğraşlarının ödülünü hakederek almıştır. 

FİLMİN KONUSU : 
1985 yılında AIDS teşhisi konan ve tam 30 gün ömür biçilen elektrikçi ve rodeocu Ron Woodroof, devletin verdiği ilaçların yan etkilerinin hastalıktan daha yıpratıcı olduğunu anlayınca DALLAS BUYERS CLUB adlı kaçak bir şirket kurar ve Meksika'daki doktor arkadaşından aldığı yasadışı ama faydalı ilaçlarla hem kendisinin hemde kendisine başvuran hastaların yaşamlarını birazda olsa uzatmaya başlar. Dallas Buyers Club'ı duyan hastaneler ve ilaç şirketleri Ron'a savaş açar ancak o AIDS hastalarına yardım etmeyi ve ilaç şirketlerinin para için insanlara adeta yararsız ve acılı bir ölüm vaad eden şirketlere karşı mücadelesinden dönmeyecektir. 
        Ron Woodroof, teşhisin konduğu 1985'ten tam 7 yıl sonra 1992'de hayata gözlerini yumar. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Mcconaughey ve Leto'nun oyunculukları adeta destansı. İkisi de method oyunculuğun dibine vurmuş ve hakettiği ödülleri almışlar. Özellikle Jared Leto, trans karakteri için dış görünüşüyle kadın görünümü almış ve 1999'da bu tarz bir rolle yine Oscar kazanan Hilary Swank'a saygı duruşunda bulunuyor. 


Yönetmen Jean-Marc Vallee, kamerayı oldukça hareketli kullanmış bu da filmi akıcı kılıyor. Paul Thomas Anderson tarzı durmaksızın akan ve uzun sürmesine rağmen izleyiciyi sıkmayan bir film ortaya çıkarmış. Müzik açısından da gayet başarılı. Yan rolde Ben Affleck'in karısı Jennifer Garner'da oldukça iyi bir iş çıkarmış. Matthew Mcconaughey artık sadece beyaz atlı prens rollerinin değil tüm rollerin aranan adamı olduğunu kanıtlamış. Bu yıl ise Nolan'ın çok konuşulan filmi Interstellar'daki performansıyla yine adından oldukça söz ettirmişti Mcconaughey. Jared Leto ise müzisyen olmasına karşın az ama başarılı filmlerde oynama geleneğini bu filmde de sürdürmüş üstelik ilk Oscar ödülünü de bu filmle kazanan Leto, daha çok adından söz ettireceğe benziyor. Çoğu kişiye göre performansı Requiem For A Dream kadar etkili. Film ise konusu itibariyle City Of God'ın yönetmeni Fernando Meireles'in 2005'te çektiği yine ilaç şirketlerinin eleştiri oklarına hedef olduğu The Constant Gardener ( Arka Bahçe ) filmi ile azda olsa benzerlikler taşıyor enazından ikiside ilaç şirketlerinin çevirdiği dolapları anlatıyor. Ron karakteri aslında başlarda hayatı umursamayan ve sadece uyuşturucu ve seksi düşünen bir tip olarak karşımıza çıksa da sonradan verdiği mücadeleyle hayata dönüyor. Birde homofobik konusu var tabi. Rayon'la ortak olduktan sonra gittikçe homofobikliği de kayboluyor. Ron Woodroof karakterinin değişimi gayet başarılı ve kusursuz işleniyor bunda Mcconaughey'in çok yönlü oyunculuğunun verdiği katkı yadsınamaz tabiki. 


FUNNY GAMES     1997


Film, sinema tarihinin en rahatsız edici ve en iyi psikolojik gerilim filmlerinin başında gelmektedir. Yönetmen Michael Haneke bu filmiyle uluslararası arenada adını duyurmuş ve star olarak anılmaya başlamıştır. Filmdeki psikopat kardeşlerin büyüğü Paul'u canlandıran Arno Frisch, Haneke'nin bu filmin habercisi olan ve yine bir şiddet paradoksunu işlediği 1992 tarihli Benny's Video ( Benny'nin Videosu ) filmininde başrolünde oynamıştır. Baba karakterini canlandıran Ulrich Mühe'de filmin ardından hatırısayılır üne kavuşmuş ancak 2007'de henüz 54 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Ayrıca anne karakterini canlandıran Susanne Lothar, bu film dahil Haneke'nin 2001 tarihli The Piano Teacher ve 2009 tarihli başyapıt sayılan The White Ribbon fimlerinde de rol alarak toplamda 3 filmde oynamıştır. Ulrich Mühe gibi Susanne Lothar'da aynı kaderi paylaşmış ve 2011'de henüz 51 yaşında hayatını kaybetmiştir. 

FİLMİN KONUSU : 
Anna, Georg ve küçük oğulları Schorschi tatil için şehirden uzak göl kenarındaki güzel evlerine kalmaya giderler. Yalnız burada yalnız değildirler. Paul ve Peter adlı kana susumış soğukkanlı iki erkek kardeş basit bir yumurta istemenin ardından aileye musallat olacaklar ve 19 saat boyunca onlara nedensiz bir şiddet ve işkence uygulayacaklardır. Bakalım ailemiz bu canilerden canlarını kurtarabilecekler midir?

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Yönetmen Michael Haneke, filmde Alman Dışavurumculuk Akımı ve Kammerspiel Akımını öylesine kusursuz bir şekilde harmanlıyor ki ortaya bir kült film çıkıyor. Gölgelerin uyumu, kardeşleri sinir bozucu ve muhteşem oyunculukları, müzik olmayışı ve atmosferin kusursuzluğu filmi böyle unutulmaz kılan en önemli ayrıntılar olarak göze çarpıyor. Ayrıca Haneke filmde karakter içi çatışmalara da çok güzel değiniyor ve bunu filme de çok güzel aktarıyor. Büyük erkek kardeş olan Paul, bazı sahnelerde kardeşi Peter'a Jerry diye takılıyor bu Peter'ın hoşuna gitmiyor ve o da abisine tom diyor. Takma isimlerden de anladığımız gibi burada Haneke iki kardeş karakterin atışmasında efsane çizgi film karakterleri Tom & Jerry'ye gönderme yapıyor. Ayrıca Haneke'nin filmi izleyen seyircilerin moralini daha da bozmak ve onlarla adeta dalga geçmek ve kötü karakterlerin filmlerin sonunda hep öldüğü Hollywood sinemasına göndermede bulunmak amacıyla filmde mükemmel bir teknik kullanır. Arada bir bazı sahnelerde Paul, yüzünü kameraya döner ve " burada biteceğini mi sanıyorsunuz ve onların kazanacağını düşünmediniz değil mi? gibi replikler söyler ve bunları söylerken yüzünde alaycı bir gülümseme vardır. 


Kısacası Funny Games , yönetmenin en iyi ve en rahatsız edici filmi olarak görülmektedir. Kameranın çok hareket etmeden genellikle sabit kullanılması da seyircinin filmden kopmamasını sağlayan bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Ayrıca filmden tam 10 yıl sonra Haneke filmin aynı adlı Amerikan versiyonunu çekmiştir ve başrollerde Tim Roth, Naomi Watts, Michael Pitt ve Bradley Corbet oynamışlardır ancak tabiki bu yeniden çevrim ilk filmin yarattığı etkiyi yaratmamıştır. 


CARLITO'S WAY   1993 


Film, 1983'ten tam 10 yıl sonra Brian De Palma ile Al Pacino'nun buluştuğu ikinci filmdir. Pek hakettiği değeri bulamasa da Pacino'nun İspanyol asıllı eski gangster Carlito Brigante rolüyle oyunculuğunu konuşturması ve o zamanlar çok genç olan Sean Penn'in sergilediği kokain bağımlısı avukat performansıyla adeta geliyorum dediği film en iyi mafya filmlerinden biri olarak gösterilmektedir. 

FİLMİN KONUSU : 
Bir teknik hata sonucu hapishaneden tahliye olan eski efsane suçlu Carlito Brigante'nin aklında tek bir plan vardır : 
Hapisteki arkadaşının araba kiralama şirketine ortak olmak için 70.000 dolar biriktirmek ve içeri girmeden önce ardında bıraktığı sevgilisi Gail'i de yanına alarak şehirden ayrılarak arkadaşının yanına ulaşmak. Ancak içerden çıkmasının ardından bir yandan kokain bağımlısı avukatı Davis Cleinfeld'in kirli işlere bulaşması, bir yandan isim yapmaya çalışan yeni suçluların sürekli kendisine iş teklif etmesi ve eski iş ortaklarının peşini bırakmaması nedeniyle bu planını gerçekleştirmesi oldukça zor olacaktır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Film, Carlito karakterinin öyle güzel biçimde içine alıyor ve seyirciye sunuyor ki seyircinin kafasında hiçbir soru işareti bırakmıyor. Bazı replikleri o kadar güzel ve açıklayıcı ki adeta Carlito'nun durumunu açıklıyor. 
" Hayaller kendiliğinden gerçekleşmez , peşlerinden koşmalıyız . "
" Bazen bir iyilik insanı bir kurşundan daha hızlı öldürür . "
Carlito, ne kadar geçmişi unutup iyi biri olmaya çalışsa da bela onun peşini bırakmıyor. Ve replikte de dediği gibi avukat arkadaşına yaptığı bir iyilik onu bir kurşundan daha hızlı öldürüyor aslında. Carlito'nun kurduğu hayalleri çok güzel anlatmış De Palma. Filmin başında gözlerini ayırmadan baktığı duvardaki plajda dans eden kadın resmi aslında Carlito'nun hep hayal ettiği hayatın bir resmi.
Al Pacino'nun derin performansıda Carlito'ya yakışınca ortaya kusursuz bir karakter çıkıyor. Filmi izlerken ister istemez Carlito'ya yapma, o adama yardım etme gibi feryatlarda bulunuyoruz. İşte filmin etkisi bu. Yönetmen Brian De Palma ilk sahneden itibaren seyirciyi filme çekmeyi çok iyi biliyor ve sadece bir gangster filmi yapmıyor aslında saf iyiliğin bir insana verebileceği zararları aktaran bir gangster hikayesi çekiyor. Çünkü Carlito karakteri, Martin Scorsese'nin Goodfellas ve Casino filmlerindeki şiddete aç ve bundan zevk alan bir gangster tiplemesi değil, tamamen temiz bir hayat için uğraşan eski kafalı bir gangster. Filmde ayrıca birçok tema işleniyor ; arkadaşlık, aşk, ihanet, suç, uyuşturucu. De Palma bütün bunları öyle güzel harmanlıyor ki ortaya bir kült başyapıt çıkarıyor. Ayrıca Carlito'nun Gail ile ilişkisi de çok sıcak ve içten perdeye aktarılmış. Carlito'nun hapise girmeden önce iyiliği için Gail'i terketmesi, bunca yıldan sonra Gail'in yine soru sormadan Carlito'ya hayır dememesi. Bunda Gail'i canlandıran başarılı aktrist Penelope Ann Miller'ın kusursuz oyunculuğunun ve Pacino'yla olan uyumunun payı büyük. Ayrıca metrodaki çatışma ve kovalamaca sahneleri usta işi. Hiçbir efekt veya abartma yok. 90'ların kült film furyasının önemlilerinden biri Carlito's Way. 




(Carlito'nun hayranlıkla baktığı hayalindeki hayatı resmeden fotoğraf.)




AMERICAN HISTORY X    1998


American History X, ırkçılık denince akla ilk gelen 2 filmden biridir. Diğeri Mississippi Burning ( Mississippi Yanıyor ) ' dur. American History X vizyona girmesinin ardından kürt seviyesine yükselmiş ve özellikle Edward Norton karizmatik Neonazi lideri Derek Vinyard performansıyla unutulmazlar arasına girmiştir. En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscara aday gösterilmiş fakat kazanamamıştır. Termınator 2 : Judgment Day ( Terminatör 2 : Mahşer Günü ) filmindeki çocuk John Connor rolüyle adından söz ettiren Edward Furlong'da bu filmde abisi Derek'i tanrı olarak gören kardeşi Danny Vinyard rolüyle kariyerinin en klas oyunculuğunu sergilemiş ve oldukça övgü almıştır. Film özellikle Derek'in evine hırsızlığa gelen siyahi gençlerden birine kaldırımı ısırtıp ayağıyla kafasına basarak öldürdüğü ve unutulmaz bir sırıtma ifadesiyle polise teslim olma sahnesiyle hatırlanmaktadır. Film, ödül alma açısından başarısız olsa da çok sevilmiş ve seyirciler tarafından hep ayrı bir yere koyulmuştur. 

FİLMİN KONUSU : 
Danny Vinyard'a okuldan atılmaması için öğretmeni Mr. Seweeney tarafından bir kompozisyon ödevi verilir. Danny'de ödevde abisi Derek'in hapse girişine kadar olan hayatını yazmaya karar verir. Derek Vinyard, itfaiyeci babasının siyahi gençler tarafından öldürülmesinin ardından Neonaziliye merak sarmış ve yaşadıkları mahallenin neonazi lideri Cameron Alexander tarafından yetiştirilmiştir. 3 zenciyi öldürmesinin ardından hapishaneye giren Derek için hayat hapisten sonra çok farklı olacaktır. Hapisten sonra bambaşka bir adam olan Derek'in artık tek amacı gruptan ayrılmak ve kardeşini de gruptan uzak tutmaktır fakat bu hiçde kolay olmayacaktır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Film oyunculuk olarak gerçekten çok başarılı. Edward Norton, karakteri adeta yaşayarak oynamış. Şiddet sahnelerinde, gruba konuşma yaptığı sahnelerdeki yüksek ses tonu ve beden dili kusursuz. Ve aslında bu kadar konuşulmasının bir başka nedeni de var. Hapisten çıktıktan sonraki Derek, hapisteki tecavüz olayı nedeniyle ırkçı olmaktan vazgeçiyor ve bambaşka, temiz bir adam oluyor. Yani Norton filmde iki tip karakter oynuyor. Birincisi şiddet hazzıyla yanıp tutuşan Neonazi Derek diğeri ise hayatına temiz bir sayfa açmaya çalışan ve dazlak olmaktan vazgeçen temiz Derek. Norton iki tipi de kusursuz oynamış. Filmin en gözle görülen bir başka artısı ise, flashback ( geçmişe dönüş ) sahnelerinin siyah beyaz, günümüz sahnelerinin de normal renkli çekilmiş olması. Bu teknik filme gerçekten çok yakışıyor ve kesinlikle seyirciyi etkileme bakımından da daha başarılı oluyor. Filmde aslında seyirci olarak hep Derek'in ırkçı oluşunun sadece babasının zenciler tarafından öldürülmüş olmasına bağlıyoruz ancak bir flashback sahnesinde aslında babasının da içinde ırkçılık beslediğine şahit oluyoruz. Ve burada aklımıza facebookta sürekli paylaşılan şu söz aklımıza geliyor : 
" Irkçı olarak doğmazsınız sonradan öğretirler. "
Filmin unutulmayan iki sahnesi var diyebiliriz. Birincisi bahsettiğimiz kaldırım ısırtarak kafa ezme sahnesi diğeride Danny'nin okul tuvaletinde bir siyahi çocuğun yüzüne düşman ve aşağılayıcı bir ifadeyle sigara üfleme sahneleri. 




Ve film bize vermek istediği mesajı ve uyarıyı unutulmaz bir repliğiyle iletiyor. 
" Sonuç olarak öfke bir yüktür , hayat sürekli kızgın yaşanmayacak kadar kısadır. " 
Hapishane sahneleri de filmin aslında en kilit bölümleri. Derek ilk başlarda yabancılık çekmemek için hemen kendini belli ediyor ve orada da kendine neonazi bir grup bulup ortamını kuruyor. Ancak aralarında yaşanan küçük bir anlaşmazlık Derek'in hayatını değiştiriyor aslında. Tuvalette tecavüze uğramasının ardından gruptan uzaklaşıyor ve kendine siyahi bir arkadaş ediniyor. İşte yeni Derek Vinyard tamda burada başlıyor aslında. Yukarıdaki repliği de iyi açıklıyor aslında hapishane sahneleri. Hapise girdiğinde Derek aynı öfkeli ve kızgın bir neonazi ancak çıkarken ise ırkçılıktan arınmış bir insan. Filmin sonuda gerçekten çok vurucu olmuş. Eminim ki herkes Derek'in öldürüleceğini aklına getiriyor fakat en değer verdiği varlığı kardeşi Danny'yi kaybediyor. Burda da filmin bir başka önemli repliği aklımıza geliyor. 
" Yaptıkların sana daha iyi bir yaşam sundu mu? "
Sonuç olarak American History X hiçbir zaman unutulacağa benzemiyor ve her izliyişte de yıllanmış bir şarap gibi zevk veriyor. Edward Norton'un ise artık dünya çapında bir aktör olduğunu müjdeleyip Fight Club'da oynamasının önünü açıyor. Ama çoğu kişinin de benimle aynı düşündüğünü biliyorum. Bu film Norton'un zirve filmi. 



BOYHOOD    2014


Boyhood, efsanevi Before Sunrise, Before Sunset ve Before Midnight üçlemesinin başarılı yönetmeni Richard Linklater'in son filmi daha doğrusu başyapıt desek daha doğru. Filmin seyirciyi en çok çeken yanı ise kesinlikle 12 yılda aynı çekilmiş olması. Küçük Mason'ın üniversiteye kadar olan 12 yıllık büyüme süreci. Filmde Linklater'in Before Üçlemesi'nde de birlikte çalıştığı Ethan Hawke Mason'ın babası rolüyle karşımızda. Annesi rolünde ise 1993'te Tarantino'nun senaryosunu yazdığı ve 2013'te intihar eden Tony Scott'ın yönettiği True Romance filmiyle adını duyuran ve genellikle bağımsız filmlerle anılan ünlü aktrist Patricia Arquette var. Mason'ı ise 1994'lü genç aktör Ellar Coltrane başarılı bir şekilde canlandırıyor. Son olarak Mason'ın ablası Samantha rolünde ise yönetmen Richard Linklater'in kızı Lorelei Linklater'i görüyoruz. 

FİLMİN KONUSU : 
Mason, anne ve babası boşanmış hafif içine kapanık ancak anne ve babasının gayretleriyle boşanmadan çok fazla etkilenmeyen bir çocuktur. Film Mason'ın 5 yaşından üniversiteye başladığı 18 yaşına kadar olan 13 yıllık bir dönemi anlatıyor. Film, Mason'ın ilk aşklarını, cinsel hayata ilgi duymasını, ilk defa ot içmesini, ilk bira içişini, eve geç gitmeleri gibi zamanında her çocuğun yaşadığı şeyleri anlatıyor. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Oyunculuklar çok yerli yerinde ve aynı oyuncularla filmin çekilmesi gerçekten çok önemli bir artı oluşturmuş film için. Mason'ın büyümesini izlerken hepimiz ; bunu bende yapmıştım cümlesini kuruyoruz. Ve bu yüzden de Mason'ın yaptığı hiçbir şeyi yadırgamıyoruz seyirci olarak. Aynı zamanda zaman atlamalarında dönem Amerikası ve dünyasında gelişen önemli olayların ve hayatımıza giren teknolojik aletlerin ilk zamanlarını da görmemiz filmi izlerken yüzümüzde kesinlikle bir tebessüm yaratıyor. Ve bu gelişmelerin gösterilmesi aslında bizim, filmde şuanda hangi yılda olunduğunu tahmin etmemizi sağlıyor. Başlarda Mason'ın annesi Mason ve Samantha'ya Harry Potter ve Felsefe Taşı kitabını okuyor ve bizde bu sayede yılın 2001 olduğunu anlıyoruz veya Mason babasıyla konuşurken yılın en iyi 3 filmini sayıyor ve bu filmlerin içinde The Dark Knight var, bu sayede de 2008'e geçildiğini anlıyoruz. Aynı zamanda Irak Savaşı'na yapılan eleştirilerde yüzümüzü güldürüyor açıkçası. Ne de olsa film bir Hollywood filmi. Ancak Bush'a eleştiri yapmaktan da geri kalmayan bir Hollywood başyapıtı bence Booyhood. Bir sahnede de sıkı bir demokrat olan baba, Mason ve Samantha'ya yaklaşan seçim için evlere Obama bildirileri dağıttırıyor ve burada da 2009'da olduğumuzu anlıyoruz. Yönetmen Linklater gerçekten çok sıcak ve içten bir film yapmış. Mason'ın yaşadıklarını izlerken hem o dönemlere özlem duyuyoruz hemde yüzümüzde hep bir tebessüm oluyor. Mesela X.BOX oynayan Mason ve arkadaşını görünce XBOX'ın ilk çıktığı zamanlar aklımıza geliyor. Teknolojik gelişimler, siyasi olaylar gibi önemli kavramları çok başarılı bir şekilde harmanlayıp seyirciye sunmayı başarıyor Linklater kesinlikle. Ve birde tabiki anne rolüyle gönüllerde taht kuran Patricia Arquette'den bahsetmeden edemeyeceğiz. Filmde Mason ve Samantha'nın babası hariç 2 kişiyle daha evlenip boşanıyor ve hepsi alkolik, ters kişilikli tipler. Ancak anne bütün bu olumsuzluklara rağmen Mason ve Samantha'yı kusursuz bir şekilde büyütüyor ve kesinlikle seyircinin de hatırı sayılır övgüsünü alıyor. 





HEAT    1995


Heat, gösterime girdiği günden beri gelmiş geçmiş en iyi polisiye filmi olarak görülmektedir. 1982'de James Caan'lı Thief ( Hırsız ) 'ı çeken yönetmen Michael Mann, Heat'in ardından uluslararası üne kavuşur ve Heat ile birlikte 90'larda çektiği birbirinden kusursuz başyapıtlarla adından sıkça söz ettirir. Filmin kuşkusuz en büyük artısı muhteşem oyuncu kadrosu ve yaklaşık 11 dakika kesintisiz süren banka çıkışı çatışma sahnesidir. Robert De Niro'nun bence kariyerinin en karizmatik rolü olan soygun ekibi lideri Neil'e büründüğü, Al Pacino'nun gözü kara, işinden başka bir şey bilmeyen hafif deli dedektif Vincent Hanna olarak karşımıza çıktığı Heat üzerinden tam 20 yıl geçmesine rağmen seyircinin üzerindeki etkisini ilk günkü gibi göstermektedir. Yan rollerde 1991'de Doors'un kurucusu Jimmy Morrison rolüyle dillerden düşmeyen Val Kilmer ve 1 yıl önce 1994'te Natural Born Killers ( Katil Doğanlar ) 'da ki psikopat polis rolüyle akıllara kazınan Tom Sizemore bulunmaktadır. 

FİLMİN KONUSU : 
Soygunculukta profesyonel olan bir ekibin aynı denli profesyonel, kuralları olan ve gözüpek karizmatik lideri olan Neil, hapisten çıktığında ekibini toplar ve toplam ganimeti milyon dolarları bulan son bir soygun işini daha kabul eder. Diğer tarafta işine olan aşkı yüzünden 3 defa boşanmış, hafif psikopat ve usta bir polis olan Vincent Hanna'da bu ekibin peşine düşecektir. Ekibindeki uslanmaz suçlu Waingro ise Neil'e attığı kazığın ardından polis korumasına girmiş ve Neil'den kurtulmaya çalışmaktadır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Heat kesinlikle sadece bir soygun filmi değildir. Michael Mann filmi çekerken soyguncuların iş dışındaki özel hayatlarını da yansıtarak hepsinin aslında geri döndüğü bir ailesi olduğunu ve bildiğimiz serseri suçlular olmadıklarını Neil'in değişiyle  " sadece iyi oldukları " işi yaptıklarını göstermeye çalışmıştır. Robert De Niro ve Al Pacino muhteşem oyunculuklarıyla başlı başına filmi izleme nedeni olarak göze çarpmaktadırlar. Ayrıca filmin görselliği de konuşmadan geçilemeyecek kusursuzluktadır. Yönetmen Mann, film - noir ( kara film ) akımının etkilerini filme kusursuz bir şekilde yansıtmış. Filmdeki gri ve siyah tonlu renklerin muhteşem kullanımı kara film tekniğinin etkisini oldukça arttırmıştır. 


Film - Noir ( Kara Film ) : Bir karede koyu veya açık renklerin tüm tonlarının birbirine uyumlu bir şekilde kullanılmasıdır. 

FİLMDEKİ KARA FİLM TEKNİĞİNİN KULLANILDIĞI KARELER : 







Yönetmen Michael Mann özellikle karakterleri de çok güzel anlatmış. Neil'in suçlu olduğu halde boşuna ve gerekmedikçe adam öldürmemesi, işine olan bağlılığı ve şu replikte belirttiği kuralı : 
" Hayatına ilişki sokma ki polis baskını olacağını anladığın anda 30 saniye içinde herşeyi bırakıp gidebilesin. " 
Bir diğer ana karakter Vincent Hanna'da eksiksiz ve kusursuz biçimde perdeye yansıtılıyor. Al Pacino'nun deli mimikleri Vincent'ın psikopat polis tiplemesine birebir uyuyor. 



Ve tabiki filmin en efsane iki sahnesi. Neil ve Vincent'ın restorandaki mesleklerini unutup dostvari sohbetleri ve 11 dakikalık çatışma sahnesi. Öte yandan filmde arkadaşlık, ihanet, aşk, ölüm, suç, fedakarlık gibi kavramlar irdelenmiştir. Özellikle Neil'in ekibinden en çok Chris ile ilgilenmesi ve sevgilisinin onu aldatmasına şahit oluşundan sonra kadını ikna edip Chris'le tekrar birleşmelerini sağlaması Neil'in dostlarını yarı yolda bırakmayışının göstergesidir. Öte yandan okyanusa sıfır bir evi olmasına rağmen iş yoğunluğundan dolayı evine eşya almamış oluşunu şu repliğiyle açıklıyor:
" Chris : Ne zaman mobilya alacaksın?
  Neil: Zamanım olduğunda . " Burada da Neil'in işinde nasıl disiplinli oluşunun kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Vincent'la restorandaki dostça yemeklerinde Vincent'da şuan ki karısının üçüncü karısı olduğunu söylüyor ve ikisi de bu işlerden başka bir iş yapamayacaklarına birbirlerini ikna ediyorlar. Filmin sonunda da Vincent, Neil'in elini sıkıyor ve Neil'de Vincent'ın elini havada bırakmıyor böylece film boyunca genellikle Robert De Niro'nun oynadığı, filmin sözde kötüsü Neil'i tutan seyirciler, bu dostça el sıkma sahnesinde aslında Neil karakteri ölse de filmden tebessümle ayrılıyorlar. Bence yönetmen Michael Mann, bu el sıkma sahnesini seyircinin Neil'in tarafını tuttuğunu tahmin ederek filmine koymuş olabilir.  Sonuç olarak 1995 tarihli HEAT, sinema tarihinin en unutulmayacak filmleri arasındaki yerini daima koruyacaktır. 



Efsanevi restoran sahnesi 
De Niro - Pacino karşı karşıya.

Efsanevi çatışma sahnesi. 



25th HOUR   2002


25th Hour ( 25. Saat ), Amerikan Bağımsız Sineması'nın ünlü yönetmeni Spike Lee'nin en iyi filmidir. Yönetmenin 1992 tarihli Malcolm X'le beraber en bilinen ve sevilen filmi olan filmde American History X ve Fight Club gibi kült yapımlarda başrol oynayarak yükselen yıldız Edward Norton, merhum Philip Seymour Hoffman, Hızlı Öfkeli ile adını duyuran seksi yıldız Rosario Dawson ve Saving Private Ryan ( Er Ryan'ı Kurtarmak ) filmindeki keskin nişancı ve Green Mile'deki yardımcı rol performansıyla hatırlanan Barry Papper, The Piano'da ki performansıyla en küçük yaşta oscar kazanan oyuncu rekorunu elinde bulunduran Anna Paquin ve Brian Cox rol almaktadır. 

FİLMİN KONUSU : 
New York'ta bir zamanların en kazanan uyuşturucu satıcısı olan Monty Brogan, aniden evine gelen dedektifler tarafından yakalanır ve ispiyonculuk yapmadığı için de 7 yıl hapse mahkum edilir. Hapisten önceki son gecesinde güzel sevgilisi Naturelle'e, kendine gece kulüplerinin kapısını açan hayatına ve çocukluğundan beri arkadaş olduğu Frank ve Jacob'a veda edecektir. Ancak bu veda partisi Monty'ye tüm hayatını, yaptıklarını sorgulatacak ve kimin kendisini ihbar ettiği konusunda epey bir kafa yormasına neden olacaktır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Filmimiz oyunculuklar açısından kusursuz. Zaten Edward Norton'un American History X ve Fight Club'tan sonraki en sevilen ve oyunculuk olarak en hatırlanan filminin 25th Hour olduğu tahmin ediliyor. Öte yandan öğrencisine aşık lise öğretmeni Jacob rolündeki merhum oyuncu Philip Seymour Hoffman'da kariyerinin en klas performanslarından birini sergilemiş kesinlikle. Oyunculuklar dışında film 2002 yılı filmi ve 11 Eylül'ün 1 yıl sonrasında gösterime girdiği için filmde 11 Eylül saldırılarına göndermeler mümkün.

Monty'nin dairesi tamiratta olan ikiz kulelere bakıyor.


 Ayrıca filmde Monty'nin tuvaletteki aynanın karşısında tüm sisteme siktiri çektiği bir sekans vardır ki...adeta olağanüstü.

Meşhur ayna sahnesi.


 İsa ve o dönemlerde rahibelerin kızlara yaptığı tacizlerin ortaya çıkmasıyla patlak veren kilise eğitimi gibi birçok konuda sağlam eleştiriler barındıran film gerçekten de özel bir yere sahiptir. Arkadaşlık, ihanet, fedakarlık gibi kavramları başarıyla harmanlayan yönetmen Lee, ayrıca filmin sonundaki hayal sekansında da seyircileri bir hayli etkilemiş olsa gerek ki bende dahil filmi ilk izleyişimde o sahnelerin gerçek olduğu izlenimi uyandırmış. Özellikle filmin sonlarına doğru özlem ve pişmanlık öğeleri ağır basıyor. Monty, uyuşturucu satıcılığındaki yeni hayatı için uzaklaştığı çocukluk arkadaşlarından özür diliyor ve onlarla dertleşiyor. Burada aslında seyirci de kendisini Monty'nin yerine koyabiliyor rahatlıkla. Bir yandan hoş ve genç öğrencisine duygular besleyen öğretmen Jacob, Monty'nin veda partisinde öğrencisi Mary ile karşılaşıyor ve gecenin sonunda hayatının en riskli kararını verip Mary'yi öpüyor. Burada ise bence bir kere yapsam ne olur ki görüşüne gönderme yapılıyor. Frank'in ufaktan Monty'nin sevgilisi Naturelle'e yan gözle bakması, Monty'nin bunu bildiği halde son vedalaşmaya kadar açması da kirli çamaşırlarımızı dökelim olarak algılanıyor. Çünkü bir kaç dakika öncede Jacob, öğrencisini öptüğünü itiraf ediyor. Son olarak Monty, babasına gidiyor ve onunla geçmişlerinin pişmanlıkları ve hatalarını unuttukları bir araba yolculuğuna başlıyorlar. Yolculuk boyunca baba - oğulun kurdukları hayaller ve arkada çalan muhteşem müzik adeta bizi de alıp götürüyor ve film çok güzel bir sonla bitiyor. 






THE BOY IN THE STRIPED PAJAMAS    2008


The Boy In The Striped Pajamas ( Çizgili Pijamalı Çocuk ) , İngiliz yönetmen Mark Herman'ın yönettiği ve John Boyne'un adlı adlı romanından 2008'de perdeye uyarlanmıştır. Bağımsız İngiliz Film Ödülleri'nde Vera Farmiga En İyi Kadın Oyuncu dalında ödül almış, Asa Butterfield En Umut Veren Oyuncu ödülüne aday gösterilmiş fakat kazanamamış, yönetmen Mark Herman'da En İyi Yönetmen ödülüne aday gösterilmiştir fakat kazanamamıştır. 

FİLMİN KONUSU : 
Babası rütbeli bir Nazi komutanı olan Bruno, İkinci Dünya Savaşı boyunca babasının görevleri dolayısıyla annesi ve ablasıyla birlikte sürekli şehirden şehire gezmektedir. Kalmaya başladıkları son evin yakınındaki toplama kampında esir tutulan Yahudi çocukla tesadüfen tanışmaları, gittikçe yakın arkadaş olmalarını sağlayacaktır. Ancak çok dikkatli olmak zorundadırlar çünkü bu masum arkadaşlık çok kötü sonuçlar doğurmaya doğuracağa benzemektedir. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Film, başladığı andan itibaren bizi etkisi altına alıyor ve gerçekten çok akıcı bir şekilde ilerliyor. Filmde olabildiğince fazla La Vita Bella ( Hayat Güzeldir ) filmiyle benzerliklere rastlamak mümkün. Ancak bu sizi rahatsız etmiyor. Yönetmenimizin hikayeyi çocukların gözünden anlatması filmin etkileyiciliğini kesinlikle arttırıyor. Geçmişte Fransız Yeni Dalga Akımı'nda ve İtalyan Yeni Gerçekçilik Akımında kullanılan çocuğun gözünden hikaye anlatma tekniğinin bu filme de çok yakıştığını görmemek elde değil. Geçmişte özellikle kült yönetmen François Truffaut'un 400 Below ( 400 Darbe ) ' si, bu tekniğin kullanıldığı kuşkusuz en iyi film olarak hatırlanmakta. Filmden 3 yıl sonra 2011'de Martin Scorsese'nin Hugo adlı başyapıtında oynayacak olan çocuk oyuncu Asa Butterfield bu filmdeki oyunculuğuyla adeta göz doldurmuş. Bence Hugo'ya seçilmesinde bu filmin etkisini yadsımamakta fayda var. Komutan baba karakteriyle de karşımızda ağır aksanıyla ve soğuk yüzüyle David Thewlis var. Thewlis'de rolünü oldukça başarılı bir şekilde oynamış, jest ve mimikleri gerçekten çok başarılı. Anne rolündeki Vera Fermiga ise her zaman ki gibi kusursuz. Film, savaş, ırkçılık, faşizm ama özellikle arkadaşlık ve masumiyet kavramlarını öylesine etkili işliyor ki adeta filmin finalinde seyircinin yüzüne çarpıyor. Hayat Güzeldir kadar yıllara malolmuş ve olacak bir film olmasa da kesinlikle çok güçlü bir film olduğu kesin. Kamera hareketleri de kesinlikle seyirciyi yormuyor aksine filme bağlıyor bir bakıma. Ve tabi ki filmin afişi. Bence afiş bile seyirciyi filme çekmeye yetiyor. İkisinin arkadaşlıkları içimizi öyle bir ısıtıyor ki bir an filmin geçtiği dönem ki olumsuzlukları unutuyoruz. 







BLACK SWAN    2010


Black Swan ( Siyah Kuğu) , büyük yönetmen Darren Aronofsky'nin 2008'de ki Wrestler'ından sonraki filmidir. Filmde 1994'den itibaren her sinemaseverin gözünde Mathilda olarak kalan Natalie Portman, fransız sinemasının karizmatik oyuncusu Vincent Cassel ve güzel oyuncu Mila Kunis oynuyor. Filmdeki kusursuz oyunculuğuyla Portman, kariyerinin ilk En İyi Kadın Oyuncu Oscar ödülünü kazanmıştır. Ayrıca Aronofsky'de En İyi Yönetmen dalında aday gösterilmiş fakat kazanamamıştır. 

FİLMİN KONUSU : 
Nina Sayers, genç ve çok yetenekli bir balerindir. Kuğu gölü balesinin canlandırılacağını duyduğunda hem beyaz hemde siyah kuğu olmak için var gücüyle çalışmaya başlar. İkisine de seçildiğinde ise artık psikolojisi bozulacak ve gerçek olduğu belli olmayan hayaller görmeye başlayacaktır. Ayrıca baleye yeni katılan güzel Lilly'yle olan rekabeti de ilerledikçe çok farklı noktalara varacaktır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Hikaye gerçekten çok özel bir hikaye. Hiç işlenmemiş bir konuyu işlemiş Aronofsky. Hollywood'da sürekli aynı filmleri izlemekten bıkanlar bu filmin ilaç niteliğinde olduğu söylenebilir. Oyunculuklara da diyecek söz yok. Natalie Portman kesinlikle Leon'la birlikte en unutulmaz performansını sergilemiş. Aslında filmde tiyatrovari bir atmosfer de söz konusu. Antrenman sahneleri özellikle bir tiyatro oyununu anımsatabiliyor izleyiciye. Öte yandan oyunculukta genç Mila Kunis ve tecrubeli Vincent Cassel'da kesinlikle altta kalmıyor, olabileceğin en iyisini veriyorlar. Aslında filmin en önemli yanlarından biri de Nina karakterinin mükemmelliyetçiliğinin kurbanı olması. Mükemmelliyetçi oluşu psikolojisini oldukça bozuyor hafiften paranoyak olmaya başlıyor Nina. Filme ayrıca Aronofsky'nin kuşkusuz en büyük başyapıtı olan Requiem For A Dream ile olan benzerliklerini de unutmak olmaz. Final sekansında Nina son hareketi yapıyor ve gözleri kapanırken etraf ışıklarla kaplanıyor ve seyircilerin çığlık ve alkışları fondan veriliyor. Requiem For A Dream'in finalinde de Sara Goldfarb hastanede yatarken tamamen tükenmiş olmasına rağmen hala katılmak istediği yarışma programının hayalini kuruyordu ve kamera ondan biraz uzaklaşıyor etrafına programın ışıkları verilip seyircilerin alkışları ve tebrikleri bize gösteriliyordu. Birde filmin aslında Satoshi Kon adlı uzakdoğulu yönetmenin 1997'de çektiği animasyon filmi Perfect Blue'nun uyarlaması olduğu söylenebilir. İki filmin birbirlerine gözle görülür benzerlikleri vardır : 








THE PIANIST    2002


The Pianist ( Piyanist ) , 2002 yılında gösterime girdiğinde adeta yer yerinden oynamış, yönetmen Roman Polanski En İyi Yönetmen Oscarını kazanmış bunun yanısıra gerçek piyanist Wladyslaw Szpilman'ı olağanüstü bir oyunculukla canlandıran Adrien Brody'de En İyi Erkek Oyuncu Oscar ödülünü kazanmıştır. 

FİLMİN KONUSU : 
Polonya Yahudisi olan yetenekli piyanist Wladyslaw Szpilman, Nazilerin Polonya işgali başlayınca ailesinden ayrılarak tek başına Polonya'da kalmak ve saklanmak zorunda kalır. Film, bu unutulmaz inadın ve azimin gerçek hikayesini olabildiğince çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Film, kesinlikle en etkili 2.Dünya Savaşı filmlerinden biri. Anlatılan kişinin gerçek oluşu da kesinlikle filmin en önemli artısı olarak göze çarpıyor. Ve tabiki filmin yönetmeni Roman Polanski'nin de savaş döneminde buna benzer olaylar yaşamış olması filme hakim olmasını ve yaşananları zihninde canlandırıp filme koymasına yardımcı olduğu da aşikar. Oluşturulan atmosfer, kıyafetler yani görsellik gerçekten kusursuz ve muhteşem. Ve tabiki en önemlisi filmin stüdyoda değil gerçek mekanda yani Polonya'nın Varşova şehrinde çekilmiş olması. Ayrıca filmin sonlarına doğru Wladyslaw'ın yürüdüğü tamamen yıkık dökük olan arazi savaş döneminde gerçekten kullanılmış ve belli bir hasara uğramıştır. Filmden önce yapımcılar bu araziyi tamamen yıkmak ve film mekanı olarak kullanmak için gerekli izinler almıştır. 

Gerçek savaşta hasar gören ve film için tamamen yıkılan arazi. Sahnede Wladyslaw saklandığı yerden çıkıp harap olmuş şehirde yürümeye başlıyor. 

Film ayrıca Polonya'da ki işgal sırasında gerçekleşen önemli bir olayı da işliyor. 1 Ağustos 1944'te başlayıp 2 Ekim 1944'e kadar süren Halk Ordusu'nun bu önemli ve uzun isyanı da filmde gösteriliyor. Sahnede Wladyslaw'ın saklandığı bir evin tam karşısında direnişçilerin sığınağına Nazi saldırısı oluyor ve direniş maalesef olumsuz şekilde Nazilerin galibiyetiyle sonuçlanıyor. 

Filmde, direnişin bastırılmaya çalışıldığı sahneden bir kare. Alev alan bina direnişçilere ait.


Oyunculuklara dönecek olursak zaten film Wladyslaw'ın ailesinden ayrılmasının ardından neredeyse tek oyucuyla sürüyor. Bunun film için bir eksi olabileceğini düşünenleri ise Adrian Brody tek kişilik oyunculuk resitaliyle boşa çıkarıyor. Filmdeki bir başka işlenen gerçek olayda Wladyslaw'ın yahudi sempatizanı Nazi yüzbaşısı Wilm Hosenfeld tarafından görülmesine karşın bir tavanarasında saklanmasıdır. Ayrıca Hosenfeld'in Wladyslaw'ı ilk gördüğü sahnede kendisine piyano çalmasını istediği ve Wladyslaw'ın da çaldığı sahne filmin seyirciler tarafından en sevilen sahnelerinden biri olmuştur. 

Wladyslaw'ın Hosenfeld' isteği üzerine piyano çaldığı sahneden bir kare.

Filmin aslında bir de verdiği çok önemli bir mesaj var. Filmin en sevilen ve sinema tarihinin en bilinen repliklerinden biri olan Wladyslaw'ın Hosenfeld'in üşümemesi için verdiği yüzbaşı paltosuyla yürürken Kızıl Ordu tarafından görülüp neredeyse Nazi sanılıp öldürülmekten kurtulduğu sahnedeki diyaloğu isterseniz bir hatırlayalım : 

Wladyslaw Szpilman : Lütfen ateş etmeyin ben Polonyalıyım. 
Rus askeri : Ellerini kaldır!
Başka Rus askeri : Evet o Polonyalı.
Wladyslaw Szpilman : Yalvarırım size.
Rus askeri : Peki Polonyalı, neden o lanet Alman paltosunu giyiyorsun.
Wladyslaw Szpilman : Üşüyorum. 

Kuşkusuz Szpilman'ın " üşüyorum " repliğini duyduğumuzda boğazımız düğümleniyor. Çünkü burda hangi vatandan olursak olalım önce insan olmamız ve Hosenfeld gibi iyi Nazilerin bile olduğunu bize nakşediliyor. Ve tabiki filmde iyi Nazilerin yanısıra kötü Yahudiler de var. 

Kamplara gönderilmekte olan Yahudileri sopalarla zorla sınır dışı eden Yahudi görevliler.






Wladyslaw, ailesinden zorla ayrıldıktan sonra harap olmuş Varşova sokaklarında yürürken gözyaşlarını tutamıyor.

FİLMİN EN UNUTULMAZ KARESİ. 


WHIPLASH    2014


Whiplash, ülkemizde 16 Ocak'ta vizyona girdi. Film, bu yılki Oscarların favorilerinden biri. 5 dalda adaylığı bulunmaktadır ancak filmdeki kusursuz oyunculuğuna rağmen Milles Tiller'ın herhangi bir adaylığının olmayışı da bence Oscarın en unutulmayacak ayıplarından biri olacağa benziyor. 

FİLMİN KONUSU : 
Andrew küçük yaşlarından itibaren bateristliğe merak salmış ve şuanda da ülkenini en iyi müzik okulunun konservatuarında birinci sınıfta okuyan bir gençtir. Annesinin bebekliğinde babasıyla kendisini terketmesi üzerine tek aşkı olan müziğe tüm gücüyle sarılan Andrew'un tek amacı kusursuz bir baterist olmaktır. Yalnız bunun için aşırı otoriter ve sert hocası Fletcher'ın da gözüne girmek zorundadır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Filmde kusursuz bir oyunculuk santrancı var. Hem Milles Tiller hemde J.K. Simmons hakikaten kariyerlerinin en iyi performanslarını sunuyorlar. Özellikle Milles Tiller'ın 2012'de gençler arasında hit olan parti filmi Project X ve 2013'te yine aynı türdeki 21 & Over ( Çılgın Doğum Günü ) gibi filmlerde oynamasının ardından bu filmdeki oyunculuğunun kariyerinin kilometre taşı olacağı kesinlikle aşikar. J.K. Simmons ise 1955 doğumlu olmasına rağmen oyunculuk kariyerinin ilk Oscar adaylığını bu filmle yakalıyor ve gerçekten bu da ilginç bir ayrıntı olarak göze çarpıyor. Öte yandan filmdeki kamera kullanımı gerçekten muhteşem. Filmin müzikal ağırlıklı olduğunu bilen seyirciler elbette konser ve bunun gibi sahnelerdeki çekim açılarına dikkat edecekti. Yönetmenimiz Damien Chazella'da bunu tahmin etmiş olacak ki gerçekten kusursuz açılar kullanmış. Özellikle Andrew'un bateri çalarken ki sahnelerde bateriye yapılan zoom lar ve ayrıntı çekimler gerçekten çok başarılı. Filmin en çok vurguladığı kavramlar ise hırs, inat ve azim. Bu üç kavram o kadar kusursuz biçimde harmanlanmış ki konunun da uyumu sayesinde ortaya göz kırpmadan izlenecek bir başyapıt çıkarmış yönetmen Damien Chazella. Tabi ki film, bu kavramları sorguluyor da. Fletcher'ın aşırı sert ve otoriterliği en sonunda ters tepiyor ve Andrew'ın patlayıp Fletcher'a fiziki olarak saldırmasına neden oluyor. Bu olaydan sonra Andrew'un Fletcher'ı okuldan attırmasının ardından artık bu ikilinin bir daha yan yana gelmeyeceğini düşünüyoruz ancak yanılıyoruz. Ne olursa olsun Andrew müziğe olan aşkına yeniliyor ve yeniden Fletcher'ın yönetttiği orkestranın bir konserinde yer alıyor. Bu uğurda kız arkadaşını feda etmesi, trafik kazası geçirmesine rağmen derse yetişme çabaları gerçekten bir insanın bir amaç uğruna nasıl hırslanıp inatlaşarak azmiyle hareket edişinin çarpıcı örnekleri olarak seyirciyi yakalıyor. 







MATCH POINT    2005


Match Point, 2005 yılında vizyona girdiğinde adeta yer yerinden oynamış, 2003'te Sofia Coppola'nın yönettiği Lost In Translation ( Bir Konuşabilse ) filmindeki performansıyla adından sıkça söz ettirmeye başlayan genç yıldız Scarlett Johansson bu filmdeki femme fatale karakter Nola performansıyla kariyerinin zirvesine ulaşmıştır. Film ayrıca yönetmen Woody Allen'ın 1975'ten bu yana Amerika dışında çektiği ilk filmdir. 

FİLMİN KONUSU : 
Orta halli bir tenis hocası Chris Wilton, hocalığını yaptığı zengin öğrencisi Tom'la hızlı bir şekilde arkadaş olur ve onun ailesiyle tanışır. Tom'un kız kardeşinin de kendisinden hoşlandığından kendisini aniden varlıklı bir adam olarak bulacaktır. Herşey kusursuz ilerlerken Tom'un nişanlısı Nola ile tanıştığında önce küçük bir heyecan ile başlayan yasak ilişkileri sarpa saracak ve işler kontrol edilemeyecek noktalara ulaşacaktır. 

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 

" İyi olmaktansa şanslı olayım " diyen adam hayata derinlemesine girmiştir. İnsanlar , hayatın büyük bir bölümünün şansa bağlı olduğunu görmekten korkarlar. Bu kadar çok şeyin kontrolümüz dışında olduğunu düşünmek korkunçtur. Maçta bazı anlar vardır ki , top filenin üstüne çarptığı zaman ya ön tarafa ya da arka sahaya düşmesi an meselesidir. Biraz şanslıysanız öne gider ve siz kazanırsınız. Ya da öne gitmez ve siz kaybedersiniz. Film işte tam da baş karakterimiz Chris'in şans kavramının hayattaki öneminden bahsettiği bu cümleyle açılıyor. Aslında Woody Allen'ın bu başyapıtını ilk izlediğimde bu cümleye çok fazla dikkat etmemiştim ancak film bittiğinde cümleyi hatırlamış ve adeta beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Film, her insanın hayatında belli bir yeri olan şans kavramının önemini kusursuz bir biçimde anlatıyor. Öncelikle oyuncu seçimleri gerçekten kusursuz. Özellikle Jonathan Rhys Meyers ve Scarlett Johansson filmde adeta performanslarıyla parlıyorlar. Meyers'in ilginç yüz yapısı oynadığı Chris karakterinin çıkmazda olduğu yerlerde kesinlikle çok işine yarıyor. Filmden sonra yapılan filmlerde görünce en sinir olduğumuz karakterler anketlerde Meyers'in canlandırdığı Chris Wilton karakeri mutlaka yer almıştır. Gelelim muhteşem Scarlett Johansson'a. Johansson bu filmde adeta bir femme fatale olarak göz kamaştırıyor. Ve 2000'lerin Sharon Stone'u olma konusunda da seyirciye ve yönetmenlere göz kırpıyor. Öte yandan Allen, İngiliz olmasının ve hikayenin Londra'da geçmesi nedeniyle Scarlett Johansson dışında bütün oyuncuları aksanı ağır olan İngiliz oyuncuları seçmiş olması da tabi önemli bir anektod olarak göze çarpıyor. İngiliz sinemasının son dönemdeki yükselen karakter oyuncusu Brian Cox'da Tom'un varlıklı iş adamı babası rolündeki başarılı oyunculuğunun yanısıra etkileyici aksanıyla da doğru seçim olduğunu gösteriyor. Öte yandan filmin bir diğer önemli artısı da Dostoyevski'nin efsanevi romanı Suç ve Ceza'nın filme olan yadsınamaz etkisi. Baş karakter Chris Wilton aynı romandaki baş karakter gibi fakir, tenis hocalığına kendi ayakları üzerinde durarak gelmiş ancak geçmişinde hep şanssızlıklar ve acı olaylar yaşamış bir karakter. Ayrıca Chris filmin bir sahnesinde elinde suç ve ceza okurken görülüyor. 



Ardından filmin muhteşem finalinde ise tıpkı Chris'in bahsettiği şans kavramı karşımıza çıkıyor. Öldürdüğü yaşlı kadının mücevherlerini denize atarken yüzük ordaki bir engele çarpıyor ve kara tarafa düşüyor. 


Burada aslında Chris'in yakalanacağı fikrine kapılıp seviniyoruz ancak öyle olmuyor ve yakınlarda ölen bir uyuşturucu satıcısının üzerinden çıkıyor yüzük ve cinayetleri işleyenin o olduğu düşünülüp Chris aklanıyor. Gelelim Chris'in bu noktaya nasıl geldiğine. Onu araştıran polisler bir ara Chris hakkında " Şüpheli olduğunu sanmıyorum adamın aşırı hız cezası bile yok. " diyorlar. Tam da öyle aslında. Chris herkese karşı saygılı, pek hayat dolu biri olmasa da kişilik olarak çok düzgün bir adam. Ancak Nola'ya duyduğu aşırı tutku ve aşk onu bu noktalara sürüklüyor. Başlarda hiçbirimizin aklına bile gelmiyor tabi ki Chris'in Nola'yı öldürüp zengin hayatına devam edeceği. Ancak Nola'nın hamile kalması aniden her şeyi değiştiriyor ve Chris yavaş yavaş kafasının içinde tüm bu olanları kurmaya ve bu işten nasıl yırtacağını düşünmeye başlıyor. Jonathan Rhys Meyers'in buralardaki oyunculuğu gerçekten çok başarılı. Onun yaşadığı stresi, çıkmazları ve ne yapacağını bilememe hallerini adeta sizde hissedebiliyorsunuz onunla beraber. 



 Ve sonunda aşkının peşinden değilde çabuk alıştığı ve kusursuz yaşadığı zengin hayatı tercih ediyor. Sonuç olarak Woody Allen'ın Match Point'i kesinlikle yönetmenin en iyi filmlerinden biri. Bir başyapıt olduğuna şüphe yok. 



THE EDUKATORS    2004


The Edukators, 2004 yılında vizyona giren bir Alman filmidir. Film, oldukça sert bir anti faşist eleştiri içeriyor ve bunu çok ilginç bir konuyla yapıyor. 2000'li yıllarda antifaşist filmlerle adından sıkça söz ettiren Alman sinemasının bu filmi 2003 tarihli kült film Goodbye Lenin ( Elveda Lenin ),  2008 tarihli ve çok konuşulan Die Welle ve Sophie Scholl : Die Letzsen Tage ( The Final Days ) kadar başarılı ve çarpıcı. Filmde Sophie Scholl'da da başrol oynayan kadın oyuncu Julia Jentsch, Goodbye Lenin'de ki parmak ısırtan performansıyla şöhrete kavuşan Daniel Brühl ve Stipe Erceg başarılı oyunculuklarıyla göz kamaştırıyorlar.

FİLMİN KONUSU : 
Jan ve Peter, kendilerini sosyalizme adamış, günümüzün kapitalist sistemine karşı ses getirecek bir eylem yapmayı kafalarına koymuş iki gençtir. Peter bir yurtdışı gezisine gittiğinde Jan, Peter'ın sevgilisi Julie ile Peter'ın evinde kalmaya başlar ve bu dönemde Julie ile aralarında bir yakınlaşma olur. Öte yandan Jan, Julie'ya Peter ile geceleri yaptıkları işleri anlatmaya başlar. İkisi, çevredeki zengin evlerini tespit edip kimse yokken girmekte, eşyalarının yerlerini değiştirmekte, hiçbir şey çalmamakla beraber " varlıklı günleriniz artık sayılı " yazan bir not bırakmaktadırlar. Julie tesadüfen kendisini işinden atan varlıklı iş adamı Hardenberg'in villasını bulunca Jan'ı oraya girmeye ikna eder ancak aniden Hardenberg'in eve dönmesiyle herşey karışacak ve geri dönülmez bir noktaya gelecektir.

FİLMİN ELEŞTİRİSİ : 
Film gerçekten de çok başarılı bir antifaşist film. Oyuncular gayet başarılı özellikle Jan karakterini canlandıran uluslararası aktör Daniel Brühl. Film kesinlikle sosyalist sinemanın başyapıtlarından biri. Özellikle konusu gerçekten çok ilginç. Goodbye Lenin'de ki komediden bu filmde eser yok. Özellikle Hardenberg'in kaçırılmasından sonra film gerçekten çok ciddileşiyor ve seyirciyi de kesinlikle germeyi başarıyor. Filmde, solcu gençlerin aralarında geçen konularda iyi yansıtılmış. Mesela kendi aralarındaki cinsellik ve 68 kuşağına duyulan özlem gibi. Cinselliğin aslında sol gençlik içindeki çokça bilinen ve dillendirilen bir yönü yansıtılmış filmde. O da " kendi aralarında hem ciddi hem de sadece bir arayış için yaşanılan 1 ve fazla yaşanan cinsellik. Jan Julie'ye kadar zaten yalnızlık çeken ve sevgilisi olmayan bir genç. En iyi arkadaşı Peter'ın evinde kalıyor. Peter ise yalnızlık çekmeyen ve Julie ile ciddi ilişki düşünen bir genç. Julie ise aslında Peter'a gerçekten aşık ama o tatile gidince o da yalnız kalıyor ve Jan ile ilk başta sadece arkadaşça takılıyorlar. Ancak sürekli takıldıkça çok fazla ortak yönlerinin olduğunu, birbirlerini tamamladıklarını ve çok iyi anlaştıklarını görüyoruz. Hardenberg'i rehin almalarına kadar aşklarını doyasıya yaşıyorlar ancak bu olay olunca Peter'ı da çağırıyorlar ve bir dağ evine yerleşiyorlar. Burada ise çarpıcı sistem, sol ve sosyalizm üzerine çarpıcı sohbetler bazen tartışmalar yapıyorlar. Bu sahneler de kesinlikle seyirciyi etkiliyor ve filmin türünün kusursuz örneklerinden biri olduğunu ispatlıyor. Bunun dışında filmin değindiği bir başka konu da günümüzde dönek solcular diye adlandırdığımız günümüz sistem kuklası sağcılarının durumu. Çünkü Hardenberg aslında öğrencilik yıllarında ve tam da 68 öğrenci hareketleri dönemlerinde hep en ön saflarda yer almış bir adam. Bunu öğrendiğimizde çok şaşırıyoruz ve niye böyle olduğunu Hardenberg, Jan ile aralarında geçen şu diyalogda anlatıyor : 
Jan : Senin gibi biri öyle bir geçmişten sonra bugün nasıl böyle yaşayabiliyor ? Senin de bir zamanlar ideallerin varmış.
Hardenberg : Babamın dediği gibi " 30 yaşın altında olup ta solcu olmayanın kalbi yoktur ama 30'unun üstünde olup sağcı olmayanın da aklı yoktur. " 


Bu diyalogda aslında bu insanların kendileri istedikleri için değil aile kurduktan sonra bir iş sahibi olup onlara bakma sorumlulukarı olduğu için devrimci günlerini geride bıraktıklarını bize açıklıyor. Sonrasında Peter, Jan ile Julie arasındaki ilişkiyi öğrense de üzerine gitmiyor ve ikisini rahat bırakıyor. Burada da üstte yazdığım serbest cinsellik olgusunun üzerinde duruluyor. Ardından kamera kullanımı da filme uygun olacağı gibi fazlasıyla hareketli kullanılmış. Filmin sonu ise bana efsanevi İtalyan yönetmen Bernardo Burtolluci'nin 2'si Fransız biri Amerikalı 3 solcu gencin hikayesini anlattığı The Dreamers'ı anımsattı. Onun da sonunda kahramanlarımız büyük bir eyleme koşarken görülüyorlardı.